GALATASARAY TARAFTARI BİR SLOGAN VE İLK AMİGOMUZ Halen kullandığımız ve bağırırken damarlarımızdaki kanın titrediğini hissettiğimiz RE RE RE RA RA RA GAASARAY GAASARAY CİM BOM BOM tezahüratı, Türk takımları içinde bir tezahüratla özdeşleşmiş tek klübün ve taraftarın Galatasaray olduğu gerçeğini de vurgular. İlk kullanıldığı senelerde RA RA RA şeklinde başlayan tezahürat daha sonraları yerini RE RE RE' ye bırakmıştır... Tribünün bu küçük değişikliği herhalde pek de önemli değildir. Galatasaraylı ilk taraftarların takımımızı teşvik etmek için kullandıkları ilk tezahürat ise DAYAN GALATASARAY'dır. Galatasaray Tarihçisi Sayın Süleyman Tekil, geçmişte, bugün olduğu anlamda amigoların olmamasına karşın bu görevi ifa etmeye çalışan gönüllülerin olduğunu söyler. Bunlardan görevini büyük bir keyfle yapanlardan birisinin Büyükelçilerimizden Galatasaraylı eski futbolcu Kemal Nejat KAVUR olduğunu da ekler. Sayın K.Nejat KAVUR'un, sonradan yer alacağı Galatasaray takımını Taksim Kışlasının Duhuliye kısmındaki tek akasya ağacanın üzerine çıkarak 'Dayan Galatasaray' diye bağırarak desteklediğini de iletir. Aslında Ruşen Eşref'in ortaya attığı bu slogan, daha sonra İhsan İpekçi tarafından sürdürülmek istenir, ancak 1924 senesinde yeni bir slogan yükselir tribünlerde: RA RA RA RE RE RE... Mektepliler ve Alaydan yetişme Galatasaraylılar, tribünlerde, Galatasaray'ın eski futbolcularından Sabit CİNOL'un İsviçre'nin Servette kulübünün bir sloganından esinlenerek Galatasaray'a çok sağlam aşıladığı bu muhteşem tezahüratı halen sürdürmektedirler. ESKİ SLOGANLAR Sayın Süleyman TEKİL'den naklettiğimiz aşağıda yazılı bulunan sloganlar, Mektebi Sultani öğrencilerinin Galatasarayımızı coşturmak için yaptıkları tezahüratlardır... ' Emin'lerin, Hasnun'ların, Celal'lerin ahfadıyız, Bu ülkede hem sporun,hem irfanın ecdadıyız...' *** 'Haydi Aslan Nihat, haydi aslan, haydi Burhan, durma çullan, Ali kıran baş koparan, allak bullak, işte meydan...' *** 'Par par yanar sırtımızda Sarı-Kırmızı şemadan, İşte Fener torbamızda,tenekeden bir şamdan...' *** 'Ne Ali'yi, ne Ulvi'yi değişiriz dünyalara, Abdal Mehmet namı gitti,hanyalara konyalara...' *** 'İsmet ister maç yapmak, etrafa afi çakmak, Aslan Nihat'ı görünce işi sahadan kaçmak...' Bir vakitler Galatasaraylıların genellikle Fenerbahçe maçına giderken söyledikleri bir şarkı da şuydu: Moda burnu önünde attık oltayı, Fener'e de taktık bizim zokayı, Aman aman çek mastor çek, çek mastor çek... Daha sonraları bu slogan tribünlerde geliştirilmiş ve şimdiki halini almıştır. Bayrağımız ne güzel sarı-kırmızı, Kotramızın adı Cihan Yıldızı, Moda koyu önünde attık oltayı, Fener'e de koyduk, bizim zokayı... 75.YIL YÜRÜYÜŞÜ... Cumhuriyetimizin 75.Yılı dolayısı ile birçok sivil toplum örgütü,okullar, spor kulüpleri vs. Mecidiyeköy'den başlayıp Taksim'de bitecek olan bir yürüyüşe katılacaklardı... Galatasaraylı taraftarlar olarak bu muhteşem günde birşeyler yapmamız gerekiyordu.Bizim için işin engüzel yanı da yürüyüşün Ali Sami Yen Stadyumundan başlayacak olmasıydı. Elbetteki orada olmamız gerekiyordu , olduk da...Ve Cumhuriyetimizin 75.yılını gerçekten heyecan verici bir biçimde kutladık.Özellikle Galatasaraylı taraftarların tribün coşkusunu bu yürüyüşe taşımayı amaçlamıştık.Bunu da başardık... İzleyenler ve yürüyüşe katılan değişik gruplar tarafından çok büyük bir ilgi ile karşılandık.Hatta tüm kortej içinde enbüyük ilgiyi gören ve ençokalkışı alan grup bizdik dersem abartmış olmam.Çünkü,sarı-kırmızılı formalarımız ve bizi bir kamyonetin üzerinde sıralanmış olarak izleyen bandomuzla,yürüyüşe gerçekten çok büyük bir renk katmıştık. Çoluk çocuk , yaşlı genç binlerce insan Mecidiyeköy'den Taksim'e doğru sel gibi akarken , bizler de "10.Yıl" ve " Dağ Başını Duman Almış" marşlarını tribün volümünde ve formatında söyleyerek ilerliyorduk. Üzerimizdeki tek tip formalarımızla birlikte "Yaşasın Cumhuriyet " yazılı pankartımız da çok büyük ilgi görmüştü.Tüm kortej yani binlerce insan yürüyüşünü Taksim meydanında tamamlarken biz İstiklal caddesine girmeyi ve yürüyüşümüzü Galatasaray Lisesi önünde bitirmeyi planladık. Vay vay vay... İstiklal'e bir girişimiz vardı ki, görülmeye değerdi. Vatandaşların alkışları ve destekleri biz Türk Gençlerini oldukça duygulandırmıştı. Lise önüne geldiğimizde saygı duruşu ve ardından İstiklal Marşı'nı okumamız orada ki insanların da bize katılmasını sağladı.Törene son noktayı koyduğumuzda Cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine bağlı her Türk vatandaşı gibi görevimizi yapmanın mutluluğu içndeydik. Elbette ki asıl görevi , bu vatan için canlarını veren büyük kahramanlar yapmışlardı.Bu bilinç içinde bir kez daha Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını şükranla andık.. Büyük vatanımız içindeki küçük vatanımız olan Galatasarayımız da bizim için kutsal değerler taşıdığından başta Ali Sami Yen olmak üzere , onun değerli arkadaşları ve kulübümüzün 2 numaralı kurucaları olan (Galatasaray Kulübünde 3 numaralı üyelik boştur...Daha doğrusu o sıraya 'Taraftarlar' yazılmıştır ) büyük Vatan Şairi Emin Bület Serdaroğlu ,Asım Tevfik Sonumut ve diğerlerini hayırla andık... Böylece Türk olmaktan,Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan ve Galatasaraylı olmaktan duyduğumuz gururla bu güzelgünü noktaladık.. Aslında o günlerde bir "Juventus " macerası tüm yurdu kaplamıştı...Uzun zamandır birbirimizi yemeye çalışmaktan başka birşey yapmamıştık...Ama İtalya'nın PKK 'ya verdiği desteğin ayyuka çıkmasıyla kırılan ulusal onurumuzu tamir için, milletimizin taraflı tarafsız Galatasarayımıza İtalyanlar karşısında verdiği destek sebebiyle oldukça mutlu olmuştuk. Zaten o günlerdeki pislikler içinden çıkan enbüyük güzellik de bu olmuştu galiba... Alpaslan DİKMENBU TARAFTAR GALATASARAY'IN ASALET UNVANIDIR... Basketbolumuzun efsane adı Galatasarayımızın Antrenörü Aydan Siyavuş Hoca'yı 11 Ocak 1998 gecesi bir kalp krizi yüzünden kaybetmiştik.Henüz 51 yaşındaydı. Ölümüne inanamamıştık...Ama son aylarda 15 kilo birden vermişti. Zaten sağlık sorunları da vardı. Galatasaray antrenörü Tolga Tuğsavul'un ayrılmasından sonra takımın başına getirilmişti...Sanırım yorgun kalbi, bu heyecan ve gerilimi kaldıramamıştı. Siyavuş ile ilgili muhteşem bir anısı vardır Galatasaray taraftarının... 85-86 sezonuydu, Galatasaray Siyavuş'un çalıştırdığı Efes Pilsen'i eski Spor ve Sergi Sarayında yenip şampiyon olmuştu. Hadi bunu benden değil, spor yazarı Ali Sami ALKIŞ' tan okuyun... "Kıpır kıpır kimsenin içi içine sığmadığı bir şampiyonluk günü yaşandı. Dudaklar öpülecek yanak aradı.yanaklar kendisini öpecek dudaklara uzandı... Kucaklar kendisine açılan kucaklarla buluştu... Gözlerde yaş,gönüllerde coşku,tribünlerde karnaval vardı. Bir de dalgın,düşünceli,birilerini birşey için bekleyen mahzun bir adam vardı..; AYDAN SİYAVUŞ Galatasaray teknik adamlarını tebrik etmek için omuzlardan inmesini beklerken; sarı-kırmızılı taraftarları alkışlamaya başladı... Tribünler de centilmenliği elden bırakmıyor ve o coşkusu arasında "AYDAN...AYDAN..." diye onun gönlünü alıyorlardı. Bu arada Yalçın Granit , Efes antrenörünün yanına gelerek el sıkışıyor ve karşılıklı birbirlerini alkışlıyorlardı. Galatasaray şampiyon...Taraftar şampiyon...Dostluk şampiyon...Yenilen Efes bile şampiyon... Salonda Galatasaray'ın tüm futbolcuları da vardı... Sanıyorum taraftarın ne demek olduğunu dün ilk defa anladılar. Sarı-kırmızı renklere bogulan Spor Sarayında , kendilerine gönül veren insanların , bir takımı nasıl alıp sürüklediğini gözleriyle gördüler. Bu sevgiye ve coşkuya karşı, her zaman şükran borçlu olduklarını, hiçbir zaman ama hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Dün basketçileriniz şampiyon olurken kupalarını aldılar. Şimdi izin verirseniz yaratıcı ve espri gücünü dün küfürsüz bir parlaklıkla saatlerce ayakta tutan seyircilere bir liyakat satırı yazmak istiyorum: "BU TARAFTAR GALATASARAY'IN ASALET ÜNVANIDIR..." Evet aynen böyle yazıyordu Ali Sami Alkış...Gerçi seneler sonra bu satırları yazan spor yazarı Alkış'tan Galatasaray taraftarı nefret edecekti. Çünkü, O "Galatasaray, Manchester United karşısında ezilir..." türünden birşeyler söyleyerek hem Galatasaray takımını, hem de Türk futbolunu küçümsemiş ama Galatasarayımız M.United'i İngiltere' de 3-3 'lük bir skor ile karanlıklara gömdükten sonra, Ali Sami Alkış için pek de iyi şeyler düşünülmemişti... Alpaslan DİKMENTEZAHÜRATLAR Seni sevmeyen ölsün! Galatasaray tribünleri futbolun ilk yıllarından beri, tezahürat konusunda öncülük yapmıştır. Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı taraftarların da tezahürat kültürüne yapmış oldukları katkılar elbette ki gayet fazladır,hatta zaman zaman çok espritüel ve şahane tezahüratlar geliştirmişlerdir. Ancak Galatasaraylılar'ın bu işi ilk başlatanlar olduğu gerçeği de su götürmez.. Taa 1920'li yıllara kadar gitmeye gerek görmüyorum.Çünkü, daha önceki bölümlerde o zamanki büyüklerimizin kullandıkları sloganları yazmıştım. Biraz daha yakına, 70-80 ve 90'lı yıllara gelelim. 70'li yıllarda, genellikle siyasi içerikli sloganların tribünleri kapladığını görüyoruz. Özellikle Beşiktaş tribününün ağırlıklı olarak solcuların elinde bulunması sebebiyle, bu tip tezahüratların Siyah--beyazlı tribünlerden yükseldiği görülüyordu. Galatasaray tribünlerinin sol ağırlıklı marşlara fazla itibar etmediğini, ama özellikle "Başın öne eğilmesin, aldırma Cim-Bom aldırma" şarkısını büyük bir iştahla söylediğini biliyoruz.Çünkü, 70'lerin sonuna doğru şampiyonluk özlemi yürekleri dağlamaya başlamıştı... Fenerbahçe tribünlerinde ise o zamanlar keyifler gayet yerinde olduğundan onlar sadece dalga geçebilecekleri sloganlar üretmeye bayılıyorlardı. "Fincanı taştan oyarlar..." gibi. 80'li yıllarda, 12 Eylül'ün sıkı yumruğu tribünleri de etkilemişti. Siyasi sloganlar yerini arabesk, fantezi türündeki şarkılara terketmişti... 80'lerin başında Galatasaray'da antrenör olarak Brian Birch vardı. Birch'in sağ yumruğu havada sahaya çıktığını bilen Fenerbahçe tribünleri, bunu kınayan bir şarkı üretiyorlar ve bir F.Bahçe-Galatasaray maçında, kapalı tribünde şöyle bağırıyorlardı: "Ulan İ.ne Brian Birch! Ulan İ.ne Brian Birch! Bize kalkan yumruğunu... Sokacağız.. G.tüne..." Onlar öyle bağırıyordu ama iki dakikada yapılan söz değişiklikleri sarı-lacivertli tribünlere şöyle cevap veriyordu: "Brian Birch'in kalkan yumruğu ... Girsin Rausch'un g.tüne... Biz adamı s.ke s.ke... Göndeririz evine..." Gerçekten de o maçta Galatasaray Fenerbahçe'yi yeniyor ve Fenerbahçe antrenörü Friedel Rausch da ülkesi Almanya'nın yolunu tutuyordu... Bir de Galatasaray'ın kapalı ve açık tribünlerinin karşılıklı yaptığı " Sarı... Kırmızı..." tezahüratları pek itibar görecek ve Beşikaşlılar tarafından bu slogan İnönü stadının dört bir tarafına yayılacaktı. Eski açık "Siyahhh!" numaralı "Beyaz!" Yeni açık "En büyük!" kapalı "Beşiktaşşş!" diye bağıracaktı. Hem de durmaksızın... Sonraları yine Galatasaray tribünleri bu tip tezahüratı şarkıya dönüştürecek, açık ve kapalı tribün karşılıklı olarak "14 senelik bu çile... Bitsin artık bu sene... Sen şampiyon olacaksın... Seni sevmeyen ölsün..." diye yırtınacaktı... Ve Galatasaray şampiyon olup hasrete son verecekti... Şampiyonluk kutlamalarında sevgili başkanımız Ali Tanrıyar da tv ekranlarına bu şarkının son mısrasını söyleyince yer yerinden oynayacaktı... "Nedenmiş efendim, Galatasaray'ı sevmeyen ölsünmüş..." - Yahu bunu tribünler aylardır söylüyor. - Yok efendim, onlar söyler, koskaca başkan söyleyemez... - E peki özür, Galatasaray'ı sevmeyen de yaşasın... - Yook olmaz... Nasıl bir başkan böyle söyler? - Hadi lan ordan! Sırada doksanlı seneler vardır... Üst paragrafta bu lafları kınayanlar bir başkanlarının Kocaeli Belediye Başkanı ve Kocaelispor Kulübü Başkanına maç esnasında söylediği, "Bu maç için kaç para aldınız?" cümlesini hiç duymayacaklardı bile. 90'lı yılların ortalarına doğru "Yükselen Milliyetçilik" değerleri tribünlerde de boy göstermeye başlamıştı. Özellikle Galatasaray'ın üstüste aldığı Avrupa başarıları, sarı-kırmızılı tribünlerde Ay-Yılsdızlı ,Üç Hilalli ve Bozkurtlu bayrakların bol miktarda dalgalanmasına yol açıyordu... (Bu durumu Milliyetçi Hareket Partisinin bilinçli ve örgütlü bir şekilde planladığı tarzında düşünceler hatta iddialar vardı, ama biz tribündekiler bunun kesinlikle böyle olmadığını iyi biliyorduk. Bu tamamen kendiliğinden ortaya çıkmış ve insanların münrferit hareketlerinden oluşan bir durumdu...) Tribünler, "Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri" diye bağırıyordu... Ardından da İngilizce tezahüratlar yapıyorlardı. Bu durum da bazılarınca tezat olarak görüldü, ama aşagı satırlarda okuyacaklarınız gayet doğaldı onlar için: Galatasaray Avrupa maçlarında bol bol başarı sağlıyordu ama bu bazılarına batmaya başlamıştı.Daha birkaç sene önce tek tük alınan Avrupa başarılarında kol kola gezen taraftarlar birbirine düşmüştü,düşürülmüştü. Hele Fenerbahçe tribünleri (ki o zamanlar Güven Sazak gibi milliyetçi-maneviyatçı bir başkana sahip oldukları halde) statlarına "İngiliz bayrağı" asıyor, "Barcelona seni seviyoruz.." vs. tarzında pankartlar taşıyorlardı. Ama yine de milliyetçi söylemleri elden bırakmıyorlardı! Örneğin Vatanı, Kurtuluş Savaşında Fenerbehçelilerin kurtarmış olduğu ve Atatürk' ün Fenerbahçeli olduğu gibi...(Acaba UluÖnder yaşasa ve yıllarca mücedele ettiği İngilzlerin bayrağını o tribünlerde görse ne yapardı..? ) Alpaslan DİKMENTEZAHÜRATA DEVAM 1905'te doğdu aşkımız... Her tribünün kendine özgü tezahürat biçimleri var muhakkak, ama bunun yeterli olduğunu söyleyemeyiz doğrusu. Çünkü, birisi bir güfte yapar, hemen X bir takımın maçında bunu kendilerine uyarlanmış bir şekilde söylediklerini duyarsınız... Halbuki her takımın taraftarı yaratıcılık güçlerini kullanarak, sadece ve sadece kendilerini ilgilendiren şarkılar söyleyebilirlerdi.Örneğin, 1998-99 sezonunda Galatasaray tribünlerinin söylediği: "Kalplerde yıldız gönüllerde ay... Şampiyonsun Galatasaray..." Veya: "Yıl 1905'te doğdu aşkımız... Sarı-Kırmızı akar bizim kanımız... Cimbombom feda olsun sana canımız...Ölene kadar hep senin yanındayız..." gibi. Ama bizde en iyi ihtimalle bu tip şarkılar, hemen küfürlü bir şekle dönüştürülerek rakip alçaltılmaya çalışılır. Şimdi burada bunları yazmaya kalksam, herhalde 500 sayfa daha ilave etmem gerekir ama bu türün müptezel örneklerinden birkaçını sıralamamak da doğru olmayacak: "Ayva çiçek açmış yazmı gelecek..? X ,Y' yi de burda s.kecek..." "Oynatmaya az kaldı...X 'im nerde..? Koyamazsam o g.te...Çıldıracağım..." *** 70'li senelerin sonuydu... Bir gün Amigo Varol ağabeyimiz tribüne çıktığında (kendisi Bestekar Varol diye de anılırdı. Aslında Güftekar demek daha doğru olurdu ama nedense tribünde zamanın ,revaçta şarkılarının üzerine söz yazanlara 'bestekar' deniliyordu) bizlere söyle sesleniyordu: "Arkadaşlar, yeni bir beste yaptım. Bakalım, beğenecek misiniz?" Bir alkış tufanı kopmuştu. Ardından Varol ağabey bestesini ! okumaya başlamıştı... "Cimbombom'sun sen, bizim canımız... Sarı-Kırmızı akar kanımız... Seviyoruz seni canı gönülden... Cimbombom'sun sen bizim canımız..." Sonradan buna şöyle de bir ek yapılmıştı: "Kaleleri sen gollerle doldur... Bizim kuşkumuz herzaman boştur... Seviyoruz seni canı canı gönülden... Cimbombom'sun sen bizim canİmİz..." Bir de Yunanistan'la yaptığımız basket maçı vardı ki, Allaaahhh, savaş gibi! 80'lerin başı... Tezahürat şu ; "Kurtuluş Savaşında...Ondan sonra Kıbrıs'ta... Şimdi de bu sahada... Koyacağız Yunan'a..." Maçı galip bitirdikten sonra da; "Kurtulu Savaşında... Ondan sonra Kıbrıs'ta... Şimdi de bu sahada.... Koyduk İ.ne Yunan'a..." Artık eskiler mi daha güzeldi? Yoksa şimdi pop şarkıları ağırlıklı olanlar mı daha güzel..? Orasını bizden sonra gelecek kuşaklar belirleyecek. Çünkü biz iki arada bir derede kaldık... Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. ! Gizlenmiş İçerikGörmek İçin Foruma Giriş Yapınız. !
Fatih Terim (1953 - .... ) 1953 yılında fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Altı yaşından itibaren, bir ayağı aksak olduğu için "Topal Talat" lakabıyla çağrılan babasıyla birlikte birçok ağır işte çalışır. Bir yandan da mahalle arasında futbol topunu ayağına değdirmeden yapamamaya başlamıştır. Okul hayatı, futbol kadar cazip gelmez. Babasının isteği üzerine Motor Sanat Enstitüsüne girer fakat 2. sınıfta devamsızlıktan okulu bırakmak zorunda kalır. 1969'da henüz 16 yaşındayken formasını giymeğe başladığı Adanademirspor'la futbol hayatı başlar. Adanademirspor genç takımında kimse para almazken bir tek Fatih Terim maaş almaktadır. Maaşı 150 liradır ve diğer futbolcular görmesin diye bu para Fatih'e gizlice verilmektedir. Üç yıl içerisinde Adanademirspor'da takım kaptanlığına kadar yükselir. İlk kez kaptanlık pazubentini koluna geçirdiği andaki heyecanını hiç bir zaman unutmayacaktır. Takım çıkış tüneline geldiğinde, arkadaşlarına 'bir kaptanın söylemesi gerektiğini söyleyerek' sahaya son sürat koşar. Bir an duraksar, çünkü arkasında kimse yoktur: " Öyle hızlı koşmuşum ki kimse bana yetişememiş." Fatih Terim 6 yıl daha Adanademirspor formasını giyer. 1972 yılında, Santrafor Fatih, yeşil sahalarda fırtına gibi eserken, futbol otoritesi Fatih Somer ve Genç Milli Takım Antrenörü Gündüz Tekin Onay'ın dikkatini çekmekte gecikmez. Milli takıma çağrılır. Futbolculuk döneminde hayatını değiştiren en önemli maç ise Adanademirspor'un Galatasaray'ı 1-0 yendiği maç olur. Doksan dakika boyunca oynadığı futbolla göz doldurur. Milli takımla birlikte gittiği Romanya maçı sonrası yıldırım hızıyla nasıl Galatasaray'lı olduğunu şöyle anlatır. "Romanya milli maçından sonra İstanbul'a dönmüştük. Galatasaray'lılar beni havaalanından alıp kulübe götürdüler. Bu arada Adanademirspor'lular araya girmek istediler ama ben kararımı vermiştim. Galatasaray'a gönülden 'evet' dedim." Ve Galatasaray Kulübü'ne 1 milyon 650 bin liraya transfer olur. O artık Galatasaray'lı Fatih'tir. FUTBOLCUYKEN DE ÇOK BAŞARILIYDI Sahalarda çizdiği lider, hırçın futbolcu portresi, bir maçta hakeme tükürmesiyle daha da sert bir görünüm alır. Galatasaray taraftarı Fatih'ten memnundur. Formasının hakkını verir, başarıya kodlanmış hırsını sarı-kırmızı renkler için döktüğü terlerle akıtır. Fakat bu onbir sene boyunca Fatih Terim hiç şampiyonluk yaşayamaz. Şampiyonluk yaşayamasa da milli takımda çizdiği grafik onu takın değişmez oyuncusu yapmıştır. 51 kez milli formayı giyer, A Milli Takımı'nda oynama rekorunu 1984 yılından 1995'e kadar elinde tutar. İlk milli maçına İsviçre ile deplasmanda 1-1 berabere kalınan 20 Nisan 1975 tarihinde çıkar. Son milli maçının skoru da yine beraberlik olacaktır. 4 Nisan 1984'te oynanan Türkiye-Macaristan maçı golsüz berabere bitecektir. Rekorunun kırılmasını görmesi için 11 yıllık müddetin geçmesi gerekecektir 6 Eylül 1995 tarihinde İstanbul'da Macaristan'a karşı oynadığımız Avrupa Futbol Şampiyonası grup maçında Oğuz Çetin bu rekoru ele geçirir. Fatih Terim ise 1995'te teknik direktör olarak ay-yıldızlı takımın başına çoktan geçmiş olacaktır. Yani, rekorunun takımda yer verdiği bir futbolcusu tarafından kırılışına tanıklık edecektir. Fatih Terim jübilesi için sahaya helikopterle inerek, futbolculuk hayatına son noktasını renkli kalemle atmış oldu. Fatih Terim isminin çevresinde dönmeye başladığımızda futbolla uzaktan yakından alakalı herkesin aklında kalan 'muhteşem jübile'nin unutulur gibi olmadığını fark etmeniz uzun sürmüyor. 18 yıllık futbol yaşamının 11 koca yılını verdiği Galatasaray'dan, yeşil sahalardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan, tezahüratların çarpıştığı statlardan ayrılma zamanıdır. Havasından geçilmez bir futbol şovunun en şatafatlı vedası... Sarı-kırmızı konfetiler uçuşurken sahada Galatasaray-Trabzonspor maçı oynanır... Sadece sahayı değil kırmızı karanfilleri de birbirine katar helikopterin sesi ve nefesi... Santra noktasına inen helikopter de kaptan Fatih gözükür, alkış kıyamet... "Formam gözüksün diye kapıyı da açacaktık. Çok korktum, yanımdakinin omzunu çürütmüşümdür herhalde. Bu arada maç devam ediyordu ama halk toplanmıştı, polis de. Biz tur atıyorduk, hiçbir şey görünmüyordu maçta. Tam helikopterle o kalabalığın üzerine geliyorduk, bir rüzgar! Herkesin şapkası uçtu tabii. Ve böylelikle boşaldı saha içindeki kalabalık." TEKNİKDREKTÖRLÜK HAYATI Terim utbolu bıraktıktan sonra antrenörlük kurslarına gider. Ankaragücü'nü iki Göztepe'yi bir yıl çalıştırır. 1990-1993 tarihleri arasında Ümit Milli Takım hocalığını A Milli Takım Teknik Direktörlüğü izler. A Milli Takım Teknik Direktörü olarak ilk maçına Ekim 1993'te çıkar. Türk futboluna attığı başarı imzaları birbiri ardına sıralanmaya başlar. Dönüm noktası olarak ise İnönü Stadı'nda oynanan ve 2-1 Türkiye'nin galibiyetiyle sonuçlanan İsveç maçını gösterir. Türk milli takımını 1996 Haziran'ında İngiltere'de oynanan Avrupa Futbol Şampiyonası finallerine taşıyan hoca odur. Daha sonra Galatasaray’ın başına geçen İmparator, takımı dört yıl üst üste şampiyon yapar. Takımın mali problemlerinden futbolcunun psikolojisine kadar ilgilenen bir teknik drektördür Fatih Terim. Karizmatik kişiliğiyle ödenmeyen paralar karşısında tavır takınan futbolcularını ikna eder ve takımda tek sorumlunun kendisi olduğuna inandırır. Bu istikrar en nihayetinde Türk Futbol tarihinde bir ilkin daha gerçekleşmesini sağlar. Galatasaray’ı UEFA kupasını kazandırır. 1999-2000 Sezonu'nda Galatasaray'a UEFA Kupası'nı kazandıran Fatih Terim, kariyerini İtalya Futbol 1.Lig takımlarından Fiorentina'nın Teknik Direktörü olarak sürdürdü. Bu takımdaki başarılarıyla İtalyan futbol kamuoyunun dikkatlerini üzerine topladı. 2001-2002 futbol sezonunda ise dünyaca ünlü Milan takımı ile anlaştı. Fakat ilk yarının ortasında görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
GHEORGHE HAGİ (1965- ) 1965'te Köstence'de doğan Gheorghe Hagi, futbola 1979-80 sezonunda Farul Köstence takımında başladı. 1983-84 sezonunda Spartul'a transfer olan Gheorghe Hagi 1985 yılında Romanya'nın en iyi oyuncusu olarak seçildi. Daha sonra Steaua'ya geçen Hagi bu takımla 3 lig şampiyonluğu bir de Avrupa Süper Kupası'nı kazandı. 1990 Dünya Kupası'nda sergilediği futbol ile dikkatleri üzerine çeken Gheorghe Hagi, Real Madrid'e transfer oldu. Bu forma altında 64 lig maçına çıkan Gheorghe Hagi 1992 yılında İtalya'nın Brescia takımına geçti. 1994 Dünya Kupası'nda yine nefis bir performans sergileyen Gheorghe Hagi İspanya'ya geri dönerek Barcelona'da forma giymeye başladı. Geroge Hagi 1996 yılında Galatasaray'a katıldığında futbol otoritelerinin olduğu gibi hayranlarının da kafalarında çok sayıda soru işareti vardı. Gheorghe Hagi kendisini eleştirenlere karşın, ilk üç maçındaki galibiyet golleriyle Galatasaray'da etkisini kısa süre içinde gösterdi. Metin Oktay, Turgay Şeren veya Fatih Terim gibi kült oyuncuların ölesiye özlemini çeken taraftar Gheorghe Hagi'yi bağrına bastı. Çok geçmeden Ali Sami Yen'in yanısıra dört bir yandaki stadyumlar 'I Love You Hagi' şarkıları ve sloganlarıyla yankılanmaya başladı. 4 Lig Şampiyonluğu, UEFA Kupası ve Süper Kupa'nın kazanılmasında büyük rol oynadı. Futbola veda ettikten sonra Romanya Milli Takımı'nın başına geçen Hagi takım finale çıkamayınca görevinden ayrıldı. 2003-2004 sezonunda Bursaspor ile anlaşan Gheorghe Hagi, 12. hafta sonunda yeşil-beyazlı kulüpten istifa etti. Aynı sezonun sonunda Fatih Terim'in Galatasaray'dan ayrılmasıyla 27. Hafta'da Galatasaray'ın yeni teknik direktörü olan Hagi, Galatasaray'ı 2004-2005 sezonu boyunca çalıştırdı. Bu süreçte Fenerbahçe’yi tarihi farkla yenerek 5-1 kazanılan final maçının sonucunda Galatasaray’a 14. Türkiye Kupası’nı kazandıran kadronun da başındaydı. Çoğu insan onu 'Türkiye'de oynayan gelmiş geçmiş en iyi yabancı oyuncu' diye tarif ediyordu. Nefes kesen serbest vuruşları, zarif çalımları, öldüren sol ayağı, dayanıklı mizacı ve kişiliği dünyanın her yanındaki Galatasaray hayranlarının aklında ve gönlündekini yerini hala koruyor. Bugün 10 numaralı forması Galatasaray Müzesi'nin duvarlarında asılı duran iki formadan biri; öteki de Metin Oktay'a ait.