Bak orada şehidim. Kanıyla bulanmış bembeyaz kar. Bu kadar mı soğuk olur bir ölüm? Bu kadar mı can yakar bir soğuk? Canı pahasına savaşmak; vatanı ana, vatanı baba bilmek, göz kırpmadan… Ölüme gitmek bu kadar mı şerefli olur? Ölüme hasret, toprağa sevda bu kadar mı büyük olur? Evladının süt kokan yüzünü öpüp gelmişti Ali. Gül kokulu anasından helallik almıştı Osman. Ya Mustafa? Yıllar sonra kavuştuğu sözlüsünü öpüp koklamış: “ Gidip de dönmemek var sevdiğim. Allah’ıma emanetsin.” Demişti de dayanamayıp ağlamıştı Ayşe. Hasan, daha abisinin yasını tutamadan gelmişti… Kim bilirdi Ali’m bıçak gibi kesen soğuğun Azrail’in olacağını! Kim bilirdi Mustafa’m sözlüne kara haberinin gideceğini! Yiyecek kuru ekmek bulamazken katık niyetine bir kurşun yiyeceğini kim bilirdi kim! Dağ, taş, yer, gök donmuş. Zaman donmuş, yürekler donmuş… Soğuktan donmuş Sarıkamış… İliklerine kadar donmuş hem de. Buz kesmiş ölüm. Buz kesmiş doksan bin güneş… Şimdi mi? Bedel ödendi… Ödenen bedel kandı, candı, umutlardı, gelecekti… Şimdi buz kesmiş Sarıkamış’a her gün doksan bin güneş doğuyor. Yurda her gün doksan bin çiçek açıyor. Ardahan’da, İzmir’de, Konya’da dört bir yanda… Şair diyor ya : “ ...Seni seviyorum gül, Doksan bin kere seviyorum… 1914’ün bir Sarıkamış kışında, Ölüm bile üşürken seviyorum…”