dini hikayeler

Konu, 'Dinlerimiz' kısmında feritdoc tarafından paylaşıldı.

  1. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    HER ŞEYİN BİR HUDÛDU VARDIR

    Ebû Mûsâ'l-Eş'arî (r.a.)'den rivâyet edilmiştir:
    'Her şey için bir hadd vardır. İslâm'ın hudûdu da vera', tevâzu', sabır ve şükürdür.
    Vera' ve tevâzu', işlerin kıyâm ve sebâtına; sabır, cehennem ateşinden kurtuluşa; şükür de, cennete nâil olmaya sebeptir.
    Hasenü'l-Basrî (k.s.) hazretleri, Mekke-i Mükerreme'de, Hz. Ali (r.a.)'nin oğullarından, arkasını Kâbe'ye dayayıp insanlara va'z eden bir gence,
    '' Dînin sebat ve kıyâmına vesîle olan şey nedir? diye sordu.
    Genç,
    ' Vera'dır! dedi.
    Hasenü'l-Basrî hazretleri,
    ' Dînin âfeti nedir? diye sordu.
    Genç,
    ' Tama'dır, cevabını verdi.'
    Avâmın verâ'ı, haramdan ve haram şüphesi bulunan şeylerden sakınmaktır.
    Havâssın verâ'ı, içinde hevâ ve nefs için şehvet ve lezzet bulunan şeylerden sakınmaktır.
    Havâssın havvâssının verâ'ı ise, içinde kendi irâde ve görüşü bulunabilecek her şeyden sakınmaktır.
    Hâsılı; avam dünyayı terk ile, havâs cenneti terk ile, havâssın havâssı da, mâsivâyı (Allah'tan gayri her şeyi) terk ile verâ'ı elde eder.
     
  2. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    HİLFÜL'L-FUDUL'UN İYİLİĞİ

    İslâm öncesi bir tarihte Arabistan'da Fadl isimli üç kişi bir araya gelerek, 'zalime karşı mazluma yardım etmek, aralarında adaletli hakim kılmak' üzere yeminli sözleşme yapmışlardı. Zamanla unutulan bu faydalı teşkilat, Peygamber s.a.v.'in gençliğinde toplumda görülen bazı haksızlıkları önlemek için, Kureş'in bazı ileri gelenleri tarafından bir vesileyle yeniden kurulmuştu. İlk kurucularının isimlerine uygun olarak da 'Fadılların -veya fazilet sahiplerinin- yemini' anlamında 'Hilfü'l-Fudûl' adını vermişlerdi. O zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem s.a.v. de bunun bir üyesiydi.
    Etkili bir sivil toplum örgütü olan Hilfü'l-Fudûl'ün amacı ise 'Mekke'de zulüm ve haksızlığa uğramış hiç kimse bırakmamak, mazlumun hakkı alınıncaya kadar zalime karşı mazlumla beraber olmak' şeklinde belirlenmişti.
    Hilfü'l-Fudûl'ün faaliyet günlerinde, Has'am kabilesinden bir adam kızını da alarak Mekke'ye gelmişti. Kızı dikkat çekici güzellikteydi. Mekke eşrafından Nübeyh b. Haccac onu görünce, babasının elinden zorla çekip kaçırdı. Has'amlı şahıs:
    - Bu adamı bulup yanıma getirecek kimse yok mu? diye bağırıyordu.
    - Git de derdini Hilfü'l-Fudûl'a anlat, dediler. O da Kâbe çevresinde:
    - Ey Hilfü'l-Fudûl mensupları! Yetişin imdadıma! diye feryat etti.
    Örgüt üyeleri kılıçlarını sıyırıp, her yandan koşarak geldiler.
    - İşte geldik, ne oldu sana? dediler.
    - Nübeyh bana zulmetti, kızımı elimden zorla çekip götürdü, diye şikayetlendi.
    Hilfü'l-Fudûl üyeleri hemen adamla birlikte Nübeyh'in evine gittiler, kapısına dayandılar. Nübeyh dışarı çıkınca ona çıkıştılar:
    - Yazıklar olsun sana! Sen de bilirsin ki, biz haksızlıkları önlemek için sözleşme yapmışızdır. Çabuk çıkar kızı!
    - Başüstüne. Fakat bu gece olsun kızdan faydalanmama izin verin...
    - Olmaz! Vallahi bir an bile müsaade edemeyiz!
    Çaresiz kalan Nübeyh, kızı çıkarıp teslim etti.
     
  3. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İLK İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
    Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.
    Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:
    - Evinizi, arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.
    Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Resulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor.
    - Nedir o pürüz?
    Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.
    Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder:
    - Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.
    Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:
    - Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!
    İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhuk hukukçu Übeyd bin Kab.
    Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:
    - Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun.
    Abbas'ın cevabı:
    - Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz.
    Mahkemenin kararı:
    - İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır.
    Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir.
    Bakın ne diyor Abbas:
    - Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi?
    - Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.
    - Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Resulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.
    Übeyd bin Kab'ın sorusu:
    - Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun?
    Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret:
    - İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!...

    KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001
     
  4. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Hızır ve Gelin
    1930'lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize'ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tektük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.

    Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun'a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açari. İhtiyar bir adam selam verir ve:
    - Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verirmisin?
    Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir , onun da yarısını ihtiyar'a verir. İhtiyar:
    - Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
    Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.

    Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
    - Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
    Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
    Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.

    Evet, gerçek yaşanmış bir olay... Belki sizin başınıza da geldi, belki gelebilir. Meryem'in kavonozundaki bal bitmeyecekti. Sizin de belki cebinizdeki araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para... Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin....

    "Bir Demet"
     
  5. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Hızır Geliyor
    Hoca, medresede ders verirken talebenin biri bazen ayağa kalkar. Hoca sebebini sorar. Talebe:
    - Efendim Hızır geliyor da ondan.
    Hoca:
    - Ben niçin göremem?
    Talebe :
    - Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
    Hızır Aleyhisselam'ın:
    - Hocan süsü ile çok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna önünde, cübbe sarık şöyle mi yakıştı, böyle mi yakıştı, diye fazlameşgul oluyor. bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği günden itibaren, ayna karşısına geçmeyi terkedip, süslenmekten uzak kalan hoca efendinin, sarığı eskiyip sallanmaya başaldığından "Saçaklı Hoca" ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)

    Terakk-i maneviye mani olan zinetten uzak kalmalı.

    Hatıratım, Ali Erol
     
  6. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Hızır Olduğunu Söylerim
    Ramazan... Cuma günü... Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır... Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta...

    Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
    - Uyuyacaksın, der. Adam:
    - Uyumam, beni rahat bırak.

    Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
    - Uyuyacaksın dedim, der. Adam:
    - Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.

    Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:
    - Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştirki bendeki listede bunun ismi yok.
    Cevap gelir:
    - Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden...

    Allah sevdiklerinden etsin... Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak..
     
  7. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    HIRİSTİYAN VE ALİ (a.s)'IN ZIRHI

    Ali (a.s)'ın, halifeliği zamanında, Kufe'de zırhı kayboldu. Bir müddet sonra bir Hrıstiyan'ın yanında ortaya çıktı. Ali onu hakimin huzuruna götürdü.
    'Bu zırh benim malımdır; onu ne sattım, ne de birine bağışladım; şimdi onu, bu adamın yanında buldum.' diye iddia etti.
    Hakim:
    'Halife iddiasını söyledi, sen ne dersin?' diye Hıristiyan'a sordu. O, bu zırhın, kendi malı olduğunu, aynı zamanda halifenin sözünü yalanlamadığını, söyledi.
    Hakim Ali'ye dönerek
    'Sen iddia ettin, bu şahıs ise inkar ediyor. Bu durumda iddian için şahit getirmen lazım' dedi.
    Ali güldü ve
    'Hakim doğru söylüyor, şimdi şahit getirmem gerek, fakat hiç bir şahidim yok' dedi.
    Hakim, iddia edenin şahidinin olmamasına dayanarak, ırıstiyan'ın lehine karar verdi. O da zırhı aldı ve gitti.
    Fakat, zırhın, kimin malı olduğunu daha iyi bilen Hristiyan' ın, bir kaç adım yürüdükten sonra vicdanı uyandı ve geri dönerek 'Böylesine bir hükümet ve davranış şekli alelade insanların keyfinden değil, peygamberlerin hükümet tarzıdır' dedi ve
    'Zırh Ali'nindir' diye itiraf etti.
    Kısa bir zaman sonra, onu, müslüman olarak Ali (a.s)'ın sancağı altında, Nehrivan harbinde, savaşırken gördüler.
     
  8. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İbadet Artarsa Rızık da Artar
    Bir derviş. Evden ayrılışında hanımına işe gidiyorum diyerek ayrılır, ancak doğru tekkeye gider ibadet ederdi. Akşam eve döndüğünde Hanımı:
    - Yiyecek bir şeyimiz yok biliyorsun, elin boş mu döndün, dediğinde de
    - Çalıştığım zat öyle cömertki... Ondan para istemekden utanıyorum. Ay sonunda ücretimin tamamını toptan verecek, derdi.

    Ay sonu geldiğinde, yine evden ayrılmış, tekkeye gitmiş, ibadete koyulmuştu. Akşam eve döneceğinde bir düşünce kendisini aldı, ay sonu idi, hanıma ne diyecekti. Mahzun mahzun eve doğru yürüyordu. Sonunda eve yaklaştı. Evden leziz yemek kokuları etrafa yayılıyordu. Şaşırmıştı, kapıyı hanımı güler yüzle açar, içeri girerler olanları kocasına şöyle anlatır:
    - Kimin yanında çalışıyuorsan bey, gerçekten cömert biriymiş. Öğle sıraları idi, nur yüzlü iki zat kapıyı çaldı: "Bunlar beyinin iş ücretleridir. Eğer bundan sonra da işine devam eder ve daha fazla çalışırsa, ücereti daha da artacaktır" dediler ve taze kesilmiş koyun eti, çeşit çeşit yiyecek, hiç tatmadığım meyveler ve bir kese de altın verdiler. Allah razı olsun o kimseden. Açlıktan artık tahammülümüz kalmamıştı.

    Hanımından bu sözleri dinleyen derviş Allah'a şükredip, ibadetine devam etti....

    Allah (c.c.) neye kadir değil ki !
     
  9. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İDAMDAN İSLAM'A
    Rasul-i Ekrem s.a.v.'in Mekke'yi fethettiği gün, İslâm düşmanı Ebu Cehl'in idam fermanı verilmiş oğlu İkrime, ölüm korkusuyla kaçıp Yemen tarafına gitmişti. Onun eşi Ümmü Hakîm ise müslüman olmuş ve İkrime'nin bağışlanmasını Rasulullah'tan istirham etmişti.

    Allah Rasulü s.a.v., İkrime için güvenlik garantisi verince, hanımı Ümmü Hakim onu aramaya çıktı. Tihâme sahillerinde deniz yolculuğu sırası müslüman bir kaptanla görüşmekte olan İkrime'yi buldu. Kaptan ona diyor ki:

    - Lâ ilâhe illallah Muhammeden Rasulullah de, canını kurtarıver!

    İkrime şu karşılığı veriyordu:

    - Ben de zaten bunu için kaçıyorum...

    O sırada İkrime'nin karısı ortaya çıkarak şu haberi verdi:

    - Ben insanların en iyisi ve en hayırlısının yanından geliyorum. Onunla konuştum, o sana eman verdi, seni güvenceye aldı. Gel gidelim, kendine kıyma!

    Beraber yola çıktılar. Bir konaklama yerinde İkrime, eşiyle birlikte olmak istedi. Kadın onu şiddetle reddetti:

    - Olmaz! Ben müslümanım sen ise kâfirsin, deyince İkrime:

    - Doğrusu, seni benden uzaklaştıran şey, gerçekten önemli olmalı, dedi.

    İkrime Mekke'ye yaklaşınca, Rasulullah ashabına şöyle dedi:

    - Ebu Cehl'in oğlu İkrime, mümin ve muhacir olarak size geliyor. Sakın babasına sövmeyiniz. Çünkü ölüye sövmek ona ulaşmaz, diriye zarar verir.

    Rasul-i Ekrem s.a.v. İkrime'yi görünce sevinçle onu karşıladı. İkrime sordu:

    - Ey Muhammed! Sen beni neye davet ediyorsun?

    - Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim O'nun kulu ve Rasulü olduğuma inanmaya, namaz kılmaya ve zekât vermeye... davet ediyorum.

    - Vallahi sen sadece hakka davet ediyor, iyi ve güzeli emrediyorsun. Sen peygamber olmadan önce de bizim en doğrumuz ve en iyimizdin.

    İkrime bu konuşmadan sonra Allah Rasulü s.a.v.'in elinden tuttu, Kelime-i Şehâdet söyleyip müslüman oldu.
     
  10. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İhtiyar Mecusi
    İran da İslam'ıon yeni yeni yayılmaya başladığı bir zaman... İhtiyar bir mecusi bir odaya çekilmiş, kapıyı üzerine kapamış, kimse ile görüşmüyordu. Bunun bir putu vardı. Vaktini hep onun hizmetine hasretmişti.
    Zaman olur mecusinin bir sıkıntısı zuhur eder, kime koşacak, tabi yıllarca hizmetyinde bulunduğu putuna ve koşar, sıkıntısının giderileceği umuduyla, putunun önünde yalvarır, yakarır, yatar, yuvarlanır ve derki.
    - Hey put! Aciz kaldım, canıma tak etti. Ban merhamet et, yardım et, sıkıntımı gider.
    Huzurda bir müddet daha kalır, fakat işleri yoluna girmez, hani nerdeyse daha da kötüye gider. Put'un ne kabahati varki, altı üstüğ bir put, ne karşısındaki mecusinin anlattıklarını, yalvarmalarını, yakarmalarını duyabiliyor, ne de kendine yaptığı hizmeti görüp ona şahit olabiliyor, altı üstü bir taş bir odun parçası, üzerine konan sineği kovalamaktan aciz, başına eden güvercinlerin pisliğini mecusi temizlemezse pislik çamurundan çıkmaktan aciz.
    Mecusi, isteği olmayınca bütün bu düşünceler ister istemez aklından bir filim şeridi gibi bir anda akıp geçiyor, kızıyor ve başlıyor puta söylenmeye:
    - Bu kadar sene sana taptım, saçlarımı, sakallarımı senin yolunda ağarttım, Yapılması, muhim olan bir işim var. Yapmıyacaksan beni bırak, şu anda Müslümanların Allah'ından diliyorum, der ve diler.
    Mecusi daha putun karşısında, yüzü toprakta iken, Allah onun muradını yerine getirir. Odadan çıkmadan sıkıntısının giderilmiş olduğu müjdesini alır. Olanı biteni bir mecliste anlattığıda oradaki hakikatleri aramakla meşgul olan bir zat, düşüncelere dalar ve aklından şunları geçirir:
    - Bir sersem, adi, batıla tapan, başı henüz puthane şarabı ile sarhoş, gönlünü küfürden, elini hıyanetten çekmemiş olan böyle birinin Cenab-ı Hak dileğine anında cevap verdi.
    O anda gönül kulağına şu kelimeler dökülür:
    - O aklı eksik ihtiyar, putun önünde çok yalvardı. Fakat sözü makbule geçmedi, istediği olmadı. Onun niyazı eğer bizim dergahımızda kabul edilmeseydi, sanem ile Samed* arasında ne fark olurdu?"

    Ey dost! Gönlünü Samed'e bağla ki, insanlar sanemden daha acizdirler. Eğer bu kapıya baş koyarsan, eli boş dönmezsin.
    .........................

    Samed: Cenab-ı Hak'kın güzel isimlerinden. Muhtaç olunan ihtiyaçsız. İnsan ve bütün varlıkların istek ve ihtiyaçlarını karşılayan yegane merci. Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, her noksanlıktan münezzeh ve müstağni olan Allah, ihtiyaç ve isteklerden uzak kalmaları hiçbir zaman söz konusu olmayan bütün varlık aleminin yöneldiği yüce zattır. Kainatta her şey, varlığını sürdürebilmek ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere, şuurlu ya da şuursuz olarak O'na bakar
     
  11. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    KOCA BİR ORDUYU DOYURAN İKİ AVUÇ HURMA
    Ashâb-ı kiramdan, Beşir bin Sa'd'ın kızı ve Nûman bin Beşir'in kız kardeşi (r. anhüm) anlatıyor:

    'Annem Amre bint-i Revâha (r.a.), beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra,

    ' Kızcağızım! Git de, baban ile dayın Abdullah bin Revâha'nın gıdâlarını kendilerine ver, dedi.

    Giderken, Resûlüllah (s.a.v.)'a rastladım. Babamla dayımın nerede olduklarını sordum. O bana,

    ' Kızcağızım, beri gel, yanındaki nedir? diye sordu.

    ' Yâ Resûlellah, dedim, bu hurmadır. Annem bunu, yesinler diye, babam Beşir bin Sa'd ile dayım Abdullah bin Revâha'ya gönderdi.

    Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem,

    ' Getir onu, buyurdu.

    Ben de onu, Resûlüllah'ın iki avucuna döktüm. Avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini emr etti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı ona koyduktan sonra, örtünün üzerine yayıp dağıttı. Yanındakilere;

    '' Gıdâya, kumanyaya geliniz!' diyerek hendek halkına sesleniniz, buyurdu.

    Hendek halkı toplanıp ondan yemeğe koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış, örtünün etrafından dökülüp taşmıştı.

    Kaynak: Fazilet Takvimi, 2000
     
  12. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İki Ekmek Eksik

    Bir gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yemek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
    -Ekmekler yirmi olsa gerektir.

    Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular.
    -Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.

    Cevâbında şöyle buyurdu:


    -Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim
     
  13. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İkramdan Kaçan Kadının Akibeti

    Mutlu bir aileydiler. Bey kendine göre bir çevre edinmiş, mazbut dostlarıyla sık sık görüşüyor, onları zaman zaman da evine davet edip İslâmî konularda seviyeli sohbetlerde bulunuyorlardı.
    Ne var ki, hanım bu davetlerdeki hizmetinden memnun değildi. Nihayet bir gün son sözünü söylemekten çekinmedi:

    – Artık ben misafir falan istemiyorum. Senin dostlarının çayını hazırlamaya da mecbur değilim!

    Sakin ve edebli bey, her zamanki gibi sesini çıkarmadan düşünmeye başladı. Kendi kendine söyleniyordu:

    – Benim dostlarım kahve dostu değil ki. Her biri İslâm’a hizmetten başka derdi, meselesi olmayan kültürlü insanlar. Bunlarla bir araya gelmek, şöyle bir çay sohbetinde meselelerimizi konuşmak bir eğlence değil, bir hizmettir. Ne var ki bu hanımın hizmetle, misafire ikramın sevabıyla hiç alâkası yoktur. Rabbim bana sabırlar ihsan eyle!..

    Biricik kızı Mümine ise babasının hüznünü yüzünden okuyordu. Hemen atıldı:

    – Babacığım, neden üzülüyorsun? Anneme bakma sen. Misafir ağabeyleri her zaman çağırabilirsin. Senin bütün hizmetlerini tek başına ben görebilirim. Çayını da, hattâ gerekirse sofranı da ben hazırlayabilirim!

    Baba, çok etkilenmişti. Zaten çok sevdiği biricik kızını, daha da çok sevmeye başladı. Artık misâfirlerini rahatça davette bulunabiliyor, anneye rağmen küçük hanımın üzerine düşen hizmette hiç de kusur etmediği görülüyordu. Zamanında gelen berrak çaylarını yudumlarken de hizmetlerini konuşabiliyorlardı. Ne var ki Anne malum tutumunu yine devam ettiriyordu:

    – Senin misafirlerinden de bıktım! Sana ne falan öğrencinin perişan oluşundan, filanların hizmete muhtaç halde bulunuşundan. Çivisi çıkmış dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Sen kendine bak, kendi işinle, gücünle meşgul ol!

    Hep sabır içinde şükreden bey, bir gün Eskişehir’den İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı. Arabasına hanımı ile kızı da bindiler. Yolda Cumayı münasip bir yerde edâ etmeyi düşünüyordu. Ne var ki, hanım yine itiraz etti:

    – Cumayı yolda kılmaya mecbur değilsin. Hızlı git, İstanbul’da kıl!

    Bu yüzden hızla yol alırken ansızın önlerine çıkan bir demir kasalı kamyonun altına girmezler mi! Tabii her şey bitmiş, her üçünün de hayatları sona ermişti. Haber duyulduğunda dostları koşuşmuş, ama ilahî takdiri kimse değiştirememişti.

    Her üçünü de defnettikten sonra masum bir yakınları bunları rüyada gördü. Öyle bir rüya ki, tesirinden bir türlü kurtulamayıp bir maneviyat büyüğüne şöyle anlattı:

    – Bey, hanımı ve kızı ile hacca gidiyorlardı. Sınır kapısına vardıklarında pasaport kontrolü başladı. Bey ile kızının bütün muameleleri gözden geçirildi. Eksik yoktu. Geçin, dediler. Hanımınkini kontrol ettiklerinde:

    – Bu hanım bu pasaportla hacca gidemez! Geri çevirin! dediler. Hanım feryadı bastı:

    – Ne münasebet! Biz bir aileyiz. Muâmelemiz aynı. İşte bu, beyim, bu da kızım. Bizi ayıramazsınız!

    Cevap kesindi:

    – Hayır! Senin muamelen onlarınkinden ayrı yapılmış. Sen giremezsin, çekil geriye bakayım.

    – Bu rüyanın tevili ne ki? diye sorulduğunda maneviyat büyüğünün cevabı şundan ibaret oldu:

    – Evladım, bunun tevile ihtiyacı yok ki, rüya açık!

    O günden bu yana bu olay ürperti ile anlatılıyor, ibretle dinleniyor. Bilmem size de bir şey söylüyor mu?

    Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
     
  14. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İmanı olmayanın hayrı
    Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) bir kış gününde bir mecûsînin kuşlara yem dağıttığını görür ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

    - Sen hayır yapıyorum diye kendini boşuna aldatıyorsun. Allah evvelâ îmanı farz kılmış, geri kalan hayır-hasenatı ondan sonra emretmiştir. İman etmedikçe senin bu yaptığın iyilik Allah indinde makbule geçmez
    - Ben de biliyorum kabul olunmıyacağını. Fakat Allah bu yaptığımı görmez, bilmez mi? dedi.
    - Elbette görür ve bilir.
    - Öyleyse o da bana yeter, der ve bildiğine devam eder.

    Aradan zaman geçer. Cüneyd-i Bağdadî Hazretler bir hac mevsiminde Mescid-i Haram'ı tavaf ederken bir adamın ellerini açmış Allaha yalvarmakta olduğunu, hatta gözlerinden sel gibi yaşlar akıttığını görür. İyice dikkat eder, o zatın karlı bir havada kuşlara yem veren mecûsî olduğunu anlar. Tavaftan sonra yanına yaklaşıp hemen kollarından yakalar. Mecûsîde onu tanır ve şçyle der:
    - İşte Allah gördü ve bildi, deyip kelime-i şehadet getirip ruhunu oracıkta teslim eder.

    O anda Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) Allah tarafından şöyle hitap olunur:
    - Ya Cüneyd! Sen Beytimi arzu ederek geldin ona kavuştun. O ise beni arzu ederek geldi bana kavuştu.

    Bir mecûsînin bile mubarek bir ayda Allah rızası için hayırda bulunması nelere vesile oluyor ....
    Allah cümlemizin sonunu hayreyleye!..
     
  15. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    İPİN HESABI
    Zenginin biri ölümden ve kabirdeki yalnızlıktan çok korkuyormuş. "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle geçirirse servetimin yarısını ona bağışlıyorum" diye vasiyet etmiş. Öldüğünde "Kim birlikte kabre girip sabahlamak ister?" diye araştırmışlar. Kimse çıkmamış. Nihayet bir hamal,
    -Benim sadece bir ipim var, kaybedecek bir şeyim yok. Sabaha kadar durursam zengin olurum." diye düşünerek kabul etmiş.


    Vefat eden zengin ile birlikte defnetmişler. Sorgu sual melekleri gelmiş. Bakmışlar kabirde bir ölü, bir canlı var. "Nasıl olsa bu ölü elimizde... Biz şu canlı olandan başlayalım" demişler ve hamalı sorgulamaya başlamışlar.
    -O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu sual devam etmiş, adamın hesabı bitmemiş. Sabahleyin kabirden çıkmış.
    - Tamam, servetin yarısı senin, demişler.
    - Aman,demiş hamal, istemem, kalsın. Ben, sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?

    Hayatını ve hayatın içerisinde istifade edilen lütufların hesabını vermek hafife alıncak şey değildir.

    KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001, s. 156
     
  16. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    KABİRDE KONUŞAN GENÇ
    Takva sahibi olmak, hayatın her döneminde güzel. Ama fırsatlar çağı gençlikte bir başka güzel. Güce, kuvvete, güzelliğe rağmen günahlardan sakınanların mükafatı ebedi mutluluk. Hayatın baharı şeytana satılmazsa, sonsuz bahar bir adım ötede.

    Hz. Ömer'in (R.A.) halifeliği döneminde ibadet ehli, son derece takva sahibi bir genç vardı. Hz. Ömer'in hayret ve takdirle izlediği bu gencin kalbi, Allah ve Rasulü'nün (A.S) sevgisiyle doluydu. Vakit namazlarında cemaati kaçırmaz, namazdan çıkar çıkmaz evine döner ve ihtiyar babasının hizmetini görürdü.

    Bu gencin evine giden yolu bir kadının kapısının önünden geçiyordu. Kadın her defasında gencin yoluna çıkarak çirkin tekliflerde bulunuyor, fakat genç, Allah korkusundan ona iltifat etmiyordu.

    Yine bir gün yatsı namazını kıldıktan sonra evine giderken, kadın tekrar karşısına çıktı. Bu sefer bütün maharetini kullanarak genci kandırmayı başardı. Fakat genç, kadının ardı sıra eve girerken birden bire Allahu Tealâ Hazretleri'ni hatırladı ve korkuyla dilinden şu ayet döküldü:

    'Takvaya erenler (var ya); onlara şeytandan herhangi bir vesvese iliştiği zaman (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp, hemen gerçeği görürler.' (A'raf/201)

    Hemen ardından da bayılarak düştü. Kadın hizmetçisini çağırdı. Genci tutarak evinin önüne getirip koydular. Sonra da kapıyı çalarak babasına haber verdiler. Babası dışarı çıkınca, oğlunu baygın bir vaziyette kapının önünde buldu. Komşulardan bir kaçı genci tutup eve taşıdılar. Uzun bir müddet baygın kalan genç kendine gelince, babası:

    - Evladım neyin var ne oldu? diye sordu. Oğlu:

    - Bir şeyim yok. dedi. Babası:

    - Allah aşkına söyle! deyince, oğlu başından geçenleri anlattı. Babası:

    - Hangi ayeti okumuştun? diye sordu. Genç, ayeti okudu ve tekrar kendinden geçti. Bir de baktılar ki genç ruhunu teslim etmiş. Bunun üzerine genci yıkadılar ve gece vakti götürüp göz yaşlarıyla defnettiler. Sabah olunca olay Hz. Ömer'e bildirildi. Hz. Ömer, gencin babasına gelerek başsağlığı diledi ve:

    - Bana niye haber vermedin? diye sordu. Gencin babası:

    - Ey Mü'minlerin Emiri, vakit geceydi. dedi. Hz. Ömer:

    - Bizi onun kabrine götürün. dedi. Hz. Ömer ve beraberindekiler gencin kabrine geldiler. Hz. Ömer (R.A):

    - Ey filan kişi! Rabbin makamında durmaktan korkanlara iki cennet var. (Rahman/46) dedi. Kabirdeki genç konuşup:

    - Ya Ömer! Rabbim Cennette bana onları iki defa verdi. diye cevap verdi
     
  17. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    KADERDEN KADERE
    Hicretin 17 veya 18. yılında, Şam civarında 'Amevas taunu' denilen veba salgını ortaya çıkmıştı. İlk çıkışı Filistin'in Amevas bölgesinde olduğu için bu isimle anılmıştır. Bu hastalıktan yirmibeşbin kişi ölmüştü ki, sahabenin büyüklerinden Ebu Ubeyde b. Cerrah r.a. ve Muaz b. Cebel r.a. Hazretleri de bunlar arasındaydı.

    O sene Hz. Ömer r.a. Şam'a gitmek için yola çıkmış, şehrin dışında Şam valisi Ebu Ubeyde ve ordu komutanları tarafından karşılanmıştı. Şam'da şiddetli taun (veba) salgını olduğunu öğrenen halife, çevresindeki sahabilerle istişare ettikten sonra, Şama girmekten vaz geçerek geri dönmeye karar vermişti. Ebu Ubeyde r.a. Hazretleri:

    - Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun? diye itiraz etmiş, Hz. Ömer'de ona şöyle demişti:

    - Evet; Allah'ın kaderinden, yine O'nun kaderine kaçıyoruz. Sen develerini bir tarafı çorak, bir tarafı otlak bir yere götürsen de, onları hem çorakta hem otlakta otlatsan, ikisinde de Allah'ın kaderiyle otlatmış olursun.

    Yanındakilerle birlikte Medine'ye dönen Hz. Ömer, salgın hastalığın etrafı sardığını duyunca, Ebu Ubeyde'yi Şam'dan çıkarabilmek için ona şöyle bir mektup gönderdi:

    'Sana selam olsun. Şu anda sana ihtiyacım var. Seninle bir hususta istişare yapmak istiyorum. Bu sebeple mektubu aldığında hemen yola çık'

    Hz. Ömer r.a.'ın maksadını anlayan Ebu Ubeyde Hazretleri ise şu cevabı yazdı:

    'Ey mü'minlerin emiri! Senin bana niçin ihtiyacın olduğunu biliyorum. Fakat ben müslüman askerler arasındayım, kendimi onlara tercih edemem. Allah hakkımızdaki hükmünü uygulayıncaya kadar onlardan ayrılmak istemiyorum. Beni yanına çağırmaktan vazgeç!'

    Hz. Ömer r.a. mektubu okuyunca ağlamaya başladı. Çevresindekiler:

    - Ey müminlerin emiri! Ebu Ubeyde vefat mı etti yoksa? deyince:

    - Hayır, ama vefat etmiş gibidir, karşılığını verdi.

    Şam'da taundan vefat eden Ebu Ubeyde r.a.'ın yerine Muaz b. Cebel r.a. Hazretleri idari vazifeyi üstlenmiş, onun da vefatından sonra Amr b. As r.a. onların yerine tayin edilmiştir. Amr. b. As, salgından korunmak için insanları toparlayıp dağlara çıkmıştır. O sırada veba salgını da sona ermiş, Hz. Ömer ise Amr'ın bu tedbirini hoş karşılamıştır
     
  18. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Kadın ve Vali
    Bir zamanlar vâlilik yapan birisinin çok güzel bir bahçesi vardı. Rengârenk çiçeklerle donatılmış, tam bir zevk ve sefâ yeriydi. Bir gün vâli, bu bahçeye geldi. Vâli, bir bahane ile kadının kocası olan bahçıvanı, bir iş için dışarıya gönderdi. Kadına da dedi ki:
    -Bahçenin kapılarını kapat. Hiç bir kapı açık kalmasın!
    Kadın, akıllı ve namuslu idi. Vâlinin kendisine kötü niyet taşıdığını anladı. Gidip bir ağacın arkasına saklandı ve biraz sonra gelip dedi ki:
    -Kapıları kapattım. Yanlız bir tanesi kaldı. Onu kapatmaya gücüm yetmiyor. Ne kadar uğraşsam da kapatamıyorum.
    -O, hangi kapıdır?
    -Bu kapı, Allahü teâlânın (Basir) sıfatıyla bizi gördüğü kapıdır. Vâli, bu sözü duyunca, pişman olup tövbe etti. Bir daha aklına böyle kötülükler getirmemek için, Allahü teâlânın sevgili kullarından birinin bulunduğu yere gidip, onun sohbetinde yetişti. Allahü teâlânın sevgili kullarından biri oldu.


    Basir : Her şeyi gören.
    Allah her şeyi, herkesin yaptığını görür. Onun görmesine hiç bir şey engel olamaz. Allah'ın, kalpteki fısıltıları, beyindeki oluşumları, fikirdeki gizliliklei, kalplerdekini, zifiri karanlık bir gecede kapkara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve çıkardığı sesi görür , duyar, bilir. İbadette ihlas, kulun Allah'ı görmemesine rağmen, Allah'ın onu gördüğünü bilmesi ve onu görür gibi ibadet etmesidir
     
  19. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Kadına Yanlış Fikir Veren Komşu

    Ebû Müslim Havlânî, mâneviyat büyüklerinin hem de ileri gelenlerindendir. Kendisi ibadette, ahlâkta, zühd ve takvâda örnek bir tasavvuf büyüğüdür. Tâbiîn zamanında İslâm’a girmiş, ciddî bir araştırma tahkikten sonra girdiği İslâm’da öylesine ilerlemiş ki, kendinden önce girenler ondan sonraya kalmış, ondan feyiz alıp nasihat dinler olmuşlardır.
    Ebû Müslim’in kendisi ilerleyip de hanımı geride kalmış değildi. Hanımı da hemen kendisine yakın şekilde mânen ilerlemiş, beyinin takvâsına yaklaşan bir iktisad ve kanâat ehli hâline gelmişti.

    Bu yüzden birlikte oruç tutarlar, birlikte gece namazı kılarlar, yine birlikte vakit namazlarına hazırlanırlardı.

    Hattâ “Hılletü’l-Evliyâ”da anlatıldığına göre, Ebû Müslim camiye giderken tekbir alarak evinden çıkar, namaza yönelirdi. Hanımı da onu tekbirle uğurlar, yine tekbirle karşılardı.

    Ancak, bir gün durum değişti. Ebû Müslim, cami dönüşü evinin avlusuna girdiği halde tekbir sesi işitmemiş, bunun bir sebebi olacağını düşünmeye başlamıştı. Halbuki hanım evden dışarıya da pek çıkmaz, habersiz bir yere gitmezdi.

    – Hayırdır inşâallah, diyerek kapıdan giren Ebû Müslim, az sonra elinde yemeklerle hanımının geldiğini gördü. Sofrayı hazırlayan hanım şöyle bir köşeye “Offf!” diyerek yığılıverdi.

    Ebû Müslim şüphelenmeye başladı:

    – Hanım, sende bir değişiklik var, nedir bu oflamalar?

    Cevap verdi:

    – Ne olacak, yorgunluk, bitkinlik! Bütün gün ev işleriyle meşgul oluyor, yorulup bitkin düşüyorum. Halbuki sen halifenin huzuruna girince bir hizmetçi istesen, seni kırmaz hemen verirmiş.

    – Hanım, halifenin bana hemen bir hizmetçi vereceğini nereden biliyorsun? Benim böyle itibarım var mı ki?

    – Varmış!

    – Nereden biliyorsun?

    – Nereden olacak, işte komşu kadını! O, senin böyle yüce bir itibara sahip olduğunu söyledi. Hem halifeden sadece hizmetçi değil, başka daha neler istesen alırmışsın. Onun için nüfuzunu kullanmanı, hizmetçi ile kalmayıp biraz da maddî yardım talebinde bulunmanı istiyorum.

    Kendisini tekbirlerle namaza uğurlayıp, yine tekbirlerle karşılayan hanımının birden fikrinin bozulup dikkatinin dağıtıldığını gören Ebû Müslim, buna çok üzülür, ne yapacağını şaşırır.

    Halife Hz. Muâviye’den böyle bir talepte bulunmayı asla istemez ama, kadın da bunda ısrar eder:

    Bu defa gazaba gelen büyük velî, elini açar ve bedduasını yapar:

    – Allah’ım, beni tekbirle namaza gönderip yine tekbirle karşılayan bu sâliha kadının kim fikrini çeldi, aklını bozdu ise, onun gözünü kör eyle!.

    O anda evin öteki köşesinde bir feryat kopar!

    – Ortalığı aydınlatın, gözlerim görmüyor!

    Meğer geçim bozup, yuva yıkmakla meşhur olan komşu kadını henüz evdeymiş, birdenbire dünyasının karanlığa gömülmesini ışığın sönmesine hükmetmiş.

    Ancak, bunun ansızın gelen körlükten başka bir şey olmadığını anlayınca başlamış büyük velîye yalvarmaya: – Ben ettim, sen etme!...

    Bundan dolayı derler ki:

    – Dindar hanımlar, dindar olmayan kadınların verdikleri yanlış fikirleri dinlememeli, yanlış fikir verenler de günün birinde mutlaka bir belâya uğrayacaklarını hatırdan çıkarmamalıdır!..

    Nitekim komşu kadını yanlış fikir verdi, körlük cezasına müstahak oldu.

    Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
     
  20. feritdoc
    Offline

    feritdoc Yeni Üye Üye

    Kayıt:
    10 Aralık 2009
    Mesajlar:
    36
    Beğenilen Mesajlar:
    0
    Şehir:
    niğde
    Kefeniniz sizin olsun
    Bir ihtiyar... Ömrünün son demlerini yaşamakta... Yolculukta...Azığı bitmiş. Aç. Susuz. Bir kasabaya geliyor. Camiye gidiyor... Hoş geldin diyen yok, perişan haline bakıp bir ihtiyacın var mı diyen yok. Sadece boş ve donuk gözlerle bakıyorlar... Akşam oluyor.. Namaz. Yatsı oluyor. Namaz. Buyur eden yok. Tek başına camide. Allah'ın evinde. Allah'ın misafiri. O gece ölüyor. Belki de açlıktan.

    Sabah namazına gelen aynı insanlar. Yabancıya karşı vazifelerini yapıyorlar. Yıkıyorlar, kefenliyorlar ve gömüyorlar.

    Gömüldüğünün gecesi gene sabah namazı. O da ne; Mihrapta bir kefen. Kefen. Bir kağıt. Kağıt boş değil. Bir yazı:
    - Biz size bir misafir gönderdik. Hem yorgundu. Hem de aç. Onu misafir etmediniz. Ne yedirdiniz ne de içirdiniz. Alı istemiyoruz. Kefeniniz de sizin olsun!

    Aman... Aman... Dikkat. Gelen Allah misafiridir... Aman... Aman ha.
     

Sayfayı Paylaş